Atlanta

 

Eskiden bir hikaye vardı. Bir maymunu daktilonun önüne oturttuğunuzda, yıllar sonra anlamlı bir romanla karşılaşabilirsiniz derlerdi. Bunu neden ve neyi amaçlayarak söylediklerini hatırlamıyorum. Sisler arasından lise dönemine ve evrim var-yok tartışmasına aitmiş gibi geliyor. Bu tartışma da o kadar palyatif, o kadar sahte ki. Bence ne evrimin olması ne de olmaması ilginç değil. Ben ikisnin de aynı anda olduğuna ve her iki söylenenin de mümkün olabileceğine inanıyorum. Zaten de inanç sistemimin temelinde sanırım bu var. Eğer bir şey söyleniyorsa doğrudur. Sadece insanoğlu gerçeğin gördükleri kadarı ile yetinmeyi çok seviyor. Herkesin kendi doğrusunu yanyana geitirip gerçeği oluşturmak yerine, herkes küçücük doğruları ile birbirinin başına vurmaya çalışıyor.

Belki de bu yüzden, herkes kendi doğrusunu tam gibi göstermeye ve görmeye çalışıyor. Burada da benim -miş gibi diye isimlendirdiğim medeniyet başlıyor. Bu medeniyete ilişkin tespitlerimi ilerde derlemeye başlayacağım.

İnsanoğlunun içinde doğduğu kabuğu (siz buna cehalet demek isterseniz de kabul ederim) kırması için çok sayıda araç var etrafında. Ancak her işin bir başlangıcı var. Önce her gördüğümüzü midemizle değil, beynimizle yememiz gerekiyor. Önce acaba bu gördüğümü kim ne amaçla yaptı dememiz gerekiyor. Acaba bu fotoğraftaki dört duvarı kim yaptı?

İnsanoğlu nedense kendisini hep dünyanın tam ortasına koyuyor. Belki doğma-büyüme sürecimizde bizde kalan bir tortu bu. Doğduğumuzda annemiz nasıl da gözümüze bakmıştı. Babamız acaba yaşıyor mu diye geceleri bizim nefesimizi dinlemişti hani. Yaşamamızın her aşamasında aynı hassasiyeti görmek istiyoruz. Ama gösterme konusunda biz hala kundaktaki bebeyiz.

Yine bu -miş gibi medeniyetinden alıntı yapayım. Medeniyetin en önemli belirtisi “kim” sorusunun en çok sorulduğu ortamlarda yaşaıyor olmasındadır. HErkes sorar kim suçlu, kim yaptı, kim nerde diye.

Doğduğumuz anda biz önce “ne” ile muhatap oluyoruz. Ne yenir, ne var, ne görüyoruz. Daha zonra “ne zaman” canlanıyor gözümüzde. yemek, anneyi görünce geliyor, karnımız acıkınca yemek talep ediyoruz gibi. Ardından da “kim” tanınmaya başlıyor. Bu kadın anne olsa gerek, her geldiğinde karnım doyuyor gibi bağlantılar kuruyoruz.  Ancak -miş gibi medeniyetinde insanın öğrenme süreci ile bağlantısı bu noktada kopuyor. “Neden” sorusunu sormayı okulda öğretmeye çalışıyorlar bize. Üniversite yılları ise “nasıl” aşamasına geçme yılları. Ancak toplumun midesinden öteye çıkmadığı durumlarda, kim sorusundan öte soru beklemek de mümkün olmuyor.

Hayatımın uzun bir kısmını bunun ayırdını yapmaya çalışarak geçirdim. Farkettiğimde biraz yılgın ve yıkık idim. Ama etrafımda kim diye sran ama bir türlü neden olduğunu veya nasılı tartışmaya yanaşmayan insanlarla doluydu. Yaşadaığım toplumun yöneticilerinin uzun nutukları hep kimlerle doluydu. Asla neden veya nasıl üzerine birşey duyma ihtimali yok gibiydi. Bu şekilde -miş gibi medeniyeti tanımına bir adım daha yaklaştık.

Bu medeniyetin bir ferdi omak, bu fotoğraftaki gibi dört duvara girip de başına taş düşmek gibi birşey olsa gerek.

Eskişehir, 04:00

“Atlanta” için bir yorum

  1. Sizin bu yerinde saptamalarınıza katılmamak mümkün mü? Sizin yazınıza, özellikle ana-babanın çocuğuna gösterdiği özenle birlikte kişide gelişen kendini evrenin merkezine koyma isteği üzerine ben de bir katkıda bulunmak istiyorum: Kişinin kendine sorular sorması dediğiniz gibi onun büyüme süreciyle çok ilgilidir. Kişiyi neyse o yapanın en büyük bileşeni olan suçluluk duygusunun da büyüme süreciyle ilgili olduğunu düşünüyorum; özellikle yaşadığımız toplumda. Doğduk, biraz büyüdük; ne zaman yere düşsek yeri dövdük çünkü suç yerdeydi; ne zaman kafamızı masaya vursak masayı dövdük çünkü suç masadaydı; ne zaman elimizi kapıya sıkıştırsak kapıyı dövdük çünkü suç kapıdaydı… Sonra biraz büyüyünce, ne zaman okula geç kalsak saati suçladık çünkü sesini duyacağımız kadar şiddetli zil çalmamıştı; ne zaman bir formülü yanlış kullansak suç hocadaydı çünkü bize formülü nasıl kullanacağımızı söylememişti; ne zaman bir konuyu iyi anlayamasak suç kitaptaydı çünkü konuyu bize anlatacak kadar basit yazılmamıştı… Sonra biraz daha büyüdük, cahilliğimize bakarak suçu bize zaman bırakmayan işimizde bulduk; rüşvet yediğimizde pişman olup suçu bizi buna mecbur eden koşullarda bulduk; eşimizle kavga ettiğimizde suçu onun anlayışsızlığında bulduk; tam bu sırada çocuklarımız oldu onlara suçlu kapıyı, suçlu masayı, suçlu öğretmeni, suçlu arkadaşı dövdürmeye başladık… Sonra biraz daha büyüdük, toplumları yönetmeye emirler vermeye başladık, aldığımız her hatalı kararın müsebbibi muhalefetti, dış güçlerdi, bizden olmayanlardı… En son öldük, suç hastalıkta, Allah’ta oldu. Sonuç: Ben böyleyim ama hiç suçlu değilim; çünkü bir suçu kabul etmek, onun cezasının çekmekten çok daha zordur.

Yorumlar kapatıldı.